hakka davet, davet hakkka, hakka davet sitesi, hakka sitesi davet, davet sitesi hakka, namaz, namaz ile ilgili bilgiler, taharet, tasavvuf, tasavvuf nedir, abdest, abdest nedir, abdestin farzları, abdestin sünnetleri, itikat, temel itikat bilgileri, allahın sıfatları Hakka Davet - Muhtelif İtikadi Meseleler
   
  Hakka Davet
  Muhtelif İtikadi Meseleler
 

Muhtelif İtikadî Meseleler

Alakalı Sualler

 

Kâlû Belâ ne demektir?

Allah-u Zülcelâl, dünyayı ve insanları yaratmadan önce, yaşayacak olan tüm insanların ruhlarını yarattı ve ruhlar âlemi denilen bir âlemde bir araya getirdi. Sonra da hepsine birden hitap ederek onlara:  “Elestu bi-rabbikûm?” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Diye sordu. Ruhlar da: “Kâlû; Belâ” (Dediler ki: ‘Evet sen bizim Rabbimizsin.) (Araf; 172) İşte, bu Allah’a kulluk sözünün verildiği hadiseye “Kâlû Belâ” zamanı denir.

Allah-u Zülcelâl’in dünyada görülmesi mümkün müdür?

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate göre; Allah-u Zülcelâl’i bu dünyada baş gözüyle hiç kimse göremez. Nitekim Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni göreceksin,” buyurdu. Rabbi dağa teveccüh edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü.” (Araf; 143)

     Allah-u Zülcelâl dünyada görülmez. Çünkü rü’yet, lütufkârlığın son haddi ve nimetlerin en üstünüdür. Mekânların en sütünü olan cennetten başka bir yerde, böyle bir ihsana nail olmak mümkün değildir. Eğer nimetlerin en üstünü dünyada verilirse o zaman fani dünya ile baki cennet arasında bir fark olmazdı.

     Hülasa; Allah-u Zülcelâl, rü’yetin ahirette olacağını bildirmiş, dünyada olacağını haber vermemiştir. Bu sebeple, Allah-u Zülcelâl’in verdiği haberle yetinmek vacip olmuştur. Ancak evliyalar, Allah-u Zülcelâl’in nuranî tecelliyatını görebilirler.

Allah-u Zülcelâl’in rüyada görülmesi mümkün müdür?

İmam Mâtûridî: “Rüyada Allah’ı görmek muhaldir. Çünkü rüyada görülen şey bir hayal ve misalden ibarettir. Allah-u Zülcelâl ise bu hayalden beridir.” Demiştir. Ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin bir kısmına göre; insanın rüyada Allah-u Zülcelâl’i görmesi, suretten münezzeh bir şekilde olursa olabilir. Eğer Allah-u Zülcelâl bir suret halinde görülürse o, Allah-u Zülcelâl’i görmek değildir.

     Kur’an-ı Kerim’de, “Gözler O’nu idrak edemez, O, gözleri görür, O, her şeyi pekiyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (En’am; 103) buyrulmuştur. Göz ile Allah’ı görmek mümkün değildir. Peygamberimiz Miraç gecesinde Rabbini görüp görmediği hususunda farklı görüşler vardır. İbni Abbas Peygamberimizin Rabbini “kalbiyle gördüğünü” söylemiştir.

     Hz. Âişe’den rivayet edildiğine göre kendisine,”Yemin ederim ki onu ufukta görmüştür.” (Tekvir; 23) “And olsun onu önceden bir defa daha görmüştü.” (Necm; 13) ayetleri sorulunca, Âişe annemiz şu cevabı verdi: “Bu konuyu Resûlullah’a ilk önce ben sordum. Kendisi bana: “O Cebrail’den başkası değildi. Onu aslî suretinde, o iki defadan başka görmedim. Onu gökten iner bir halde, gökle yer arasını kaplamış bir şekilde gördüm” diye cevap verdi. Hz. Âişe devamla “Sen Allah’ın ‘Gözler ona erişemez…’ (En’am 103) ‘Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, bir elçi gönderip ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hâkimdir.’ (Şura; 51) ayetlerini işitmedin mi?” demiştir.

    Ebu Zerr radıyallâhu anhudan rivayet edilmiştir: “Resûlullah sallallâhu aleyhi veselleme: ‘Miraç gecesinde Rabbini gördün mü?’ diye sordum. O da: ‘O bir nurdur, O’nu nasıl görebilirim ki?’ buyurdu.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an)

    İmam-ı Azam’ın: “Rüyada 99 defa Allah’ı gördüm. 100. Defa da; ‘Ya Rabbi! Kulların azaptan nasıl kurtulacak?’ Dediği nakledilmiştir. Onun bu sözü, kalbiyle, manevî olarak görmek manasında tevil edilmiştir.

    Yakaza, vakıa gibi manevi hallerdeki görmek de “rüya” olarak kabul edilir. 

Cennette Allah’ı görebilecek miyiz?

Ehl-i Sünnet âlimleri, ayet ve hadislere göre, cennete giren Mü’minlere verilecek nimetlerin en üstününün Allah Teâlâ’nın cemalini görmek olduğunu bildirmiştir: “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyamet, 22-23)

   Suheyb radıyallâhu anhudan rivayetle, Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem; “İyi ve yararlı işler yapmakta devamlı ve kararlı olanlara, karşılık olarak iyisi ve ondan daha fazlası vardır.” (Yunus; 26) ayeti hakkında şöyle buyurdu: “Cennetlikler Cennete girdiklerinde bir tellal: ‘Sizin için Allah’ın verdiği bir söz vardır’ diye bağıracak… Cennetlikler de diyecekler ki: ‘Bizim yüzümüzü ak etmedi mi? Bizi ateşten kurtarmadı mı? Bizi Cennete sokmadı mı? Melekler ‘Evet’ diye cevap verecekler. Bundan sora perde açılacaktır. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem şöyle sözünü sürdürdü: ‘Allah’a yemin ederim ki, Allah o gün Cennetliklere, kendisini görmekten daha sevimli bir şey vermemiştir.” (Tirmizî, Cennet; 16)

    Sahabeden, Cerir b. Abdullah el Becelî radıyallâhu anhudan gelen rivayete göre o şöyle demiştir: “Bir gece Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellemin huzurunda otururken dolunay halindeki aya baktı ve şöyle dedi: ‘Siz Rabbinizin huzuruna varacaksınız ve şu ayı gördüğünüz gibi onu görecek ve görme konusunda bir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız. Dolayısıyla gün doğmadan önceki namaza ve gün batmadan önceki namaza gücünüz ettiği sürece devam edin dedi’ ve şu ayeti okudu: “…Güneşin doğmasından ve batmasından önce, Rabbinin sınırsız yüceliğini tüm eksiksiz övgüleriyle an…” (Tirmizî, Cennet, 16)

     Demek ki, mü’minler, cennette Allah Teâlâ’yı görebileceklerdir. Ama bu görmenin nasıl bir görme olduğunu biz bilemeyiz. Cennetteki hayatımız, gözlerimiz, kalplerimiz bu dünyadakinden çok farklı olacaktır. Cennette ihtiyarlık yok, hastalık yok, ölüm yoktur. Demek ki orası bambaşka bir âlemdir. Öyleyse Allah’ı görmenin de nasıl bir görme olacağını bilemeyiz.  

İnsanların ruhları, ölümden sonra canlı kalır mı?

İslam inancına göre, insanların ruhları, onların ölümlerinden sonra da canlı kalırlar. Cesedin bozulmasıyla bozulmazlar. Amellerine göre, ya nimet içindedirler ya da azap çekiyorlardır. Nitekim Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rableri katında diridirler. Allah’ın bol nimetinden onlara verdiği şeylere sevinç içinde rızıklanırlar.” (Al-i İmran; 169) Görüldüğü gibi burada anlatılanlar, onların ruhlarına nispetle doğrudur. Ama cesetlerine gelince, cesetler çürüyüp gider.

Müslim’in Enes bin Malik radıyallâhu anhudan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem ölünün, gömüldükten sonra, dönüp gidenlerin ayak seslerini duyduklarını haber vermiştir. (Müslim)

    Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem ümmetine, kabirlerden geçerken kabir ehline şöyle selam vermelerini tavsiye etmiştir: “Ey mü’min kavimlerinin yurdu, Allah’ın selamı üzerinize olsun, siz gelip geçtiniz. Biz de sizin peşinizden geleceğiz.” (Müslim)

    Bu şekilde bir hitap, ancak işiten ve anlayabilenlere yapılır. Böyle olmasaydı, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin onlara seslenmesinin ve selam vermesinin bir anlamı da olmazdı.

   Bilindiği gibi Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem miraca çıkmak için Mescid-i Aksa’ya geldiğinde, bazı peygamberler karşılamak için oraya gelmişlerdir. Ve Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem onlara namaz kıldırmıştır. Daha sonra o peygamberler dağılmışlardır.

  Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem miraca çıktığında, birinci gök kapısında Âdem aleyhisselâm ile ikinci gök kapısında; Yahya aleyhisselâm ve İsa aleyhisselâm ile, üçüncü gök kapısında; Yusuf aleyhisselâm ile, dördüncü gök kapısında İdris aleyhisselâm ile, beşinci gök kapısında; Harun aleyhisselâm ile, altıncı gök kapısında; Musa aleyhisselâm ile ve yedinci gök kapısında; İbrahim aleyhisselâm ile görüşmüştür.

    Allah-u Zülcelâl miraç gecesinde, ilk önce elli vakit namaz kılınmasını emretti. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, dönüşünde Hz. Musa’ya uğrayınca, O: Allah-u Teâlâ ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Elli vakit namazı farz kıldı.”

   Bunun üzerine Hz. Musa: “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez.” Dedi. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem dönüp Allah-u Zülcelâl’e yalvardı. Allah-u Zülcelâl elli vakit namazın beş vaktini indirdi.

     Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, yine Hz. Musa’nın yanına döndü ve: “Allah-u Teâlâ elli vakit namazın beş vaktini indirdi.” Dedi. Hz. Musa: “Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez.” Dedi. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, yine Allah-u Zülcelâl’e döndü ve niyazda bulundu. Allah-u Zülcelâl beş vakit daha indirdi.

     Hz. Peygamber tekrar dönüp Hz. Musa’nın yanına geldi ve “Allah-u Teâlâ, beş vakit daha indirdi” dedi. Hz. Musa yine Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, tekrar tekrar Allah-u Zülcelâl’e niyazda bulundu.

     On vakte indirilince, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, tekrar Hz. Musa’ya uğradı. Hz. Musa yine söylediklerini tekrarladı: “Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez” dedi. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem yine dönüp Allah-u Zülcelâl’e niyazda bulundu. Bunun üzerine Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Benim katımda hüküm değişmez. Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için on ecir vardır ki, bu da elli namaz eder.”

     Bundan sonra, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, yine dönüp Hz. Musa’ya uğradı. Hz. Musa: “Neyle emrolundun?” diye sordu. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem: “Her gün beş vakit namazla emrolundum.” Dedi. Hz. Musa: “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrailoğullarını çok tecrübe ettim. Sen dön de biraz daha indirilmesini Rabbinden niyaz et.” Dedi. Fakat Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem: “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim” dedi. (Buhâri, Müslim)

    Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem miraç hadisesinde birçok peygamberin ruhuyla görüşmüştür. Burada Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, Hz. Musa aleyhisselâmın ruhundan Allah’ın izni ile menfaat görmüştür. Allah-u Zülcelâl dilerse bir veli kulun ruhuyla da istediği kullarına menfaat verebilir.

    Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Benim hayatım da ölümüm de sizin için hayırlıdır. Hayatım hayırlıdır, çünkü hayatta iken sizlere yol gösteriyor, size dinin hükümlerini serdediyorum. Ölümüm hayırlıdır, çünkü yaptığınız amelleriniz bana arz edilir. Onların iyilik içinde gördüğüm vakit, Allah’a hamd ederim. Kötülükler için de mağfiret dilerim. “ (İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra 2/194; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 14250; Aclunî, 1/368)

   Ebu Mansur es-Sebbah “Kitab-ı Şamil” adlı eserinde, Utbe radıyallâhu anhudan şöyle rivayet etmiştir: “Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemin kabir şerifinin yanında oturuyordum. Bir Arabi (çöl bedevisi) kabrin başına geldi ve şöyle dedi:

    ‘Es-selamu aleyke Ya Resûlullah! Allah-u Zülcelâl’in şöyle buyurduğunu işittim: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar işin istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa; 64( Ben günahlarımın mağfiret olunması, senin de Allah-u Zülcelâl’e şefaatçi olman için geldim.’ Adam daha sonra Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Efendimize şu şiiri okudu:

Nefsim feda olsun o kabre ki, Sen onda bulunuyorsun.

O kabirde ifaf (paklık) cud (cömertlik) ve kerem vardır.

    Sonra Arabî oradan ayrıldı. Bana uyku galip geldi ve uyudum. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemi rüyamda gördüm. Bana şöyle buyurdu: “Arabiye yetiş ve müjdele! Allah-u Zülcelâl onu mağfiret etmiştir.” (İbn Kesir, İmam Nevevi, İzah, 498)

    Allah-u Zülcelâl bir veli kulu da, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem gibi Allah-u Zülcelâl’in izni ve yaratması ile isteyene yardımda bulunabilir.

    İbn Kayyım da “Ruh” isimli kitabının 237. Sayfasında, Allah’ın izniyle, ölülerin bir takım tasarruflarda bulunabileceklerini ve dirilere faydalı olabileceklerini söylemiştir. İbn Teymiyye de şöyle demiştir: “Bazılarının Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem ve ümmetinden Salih kullar vasıtası ile Allah-u Teâlâ’dan bir şey dilemeleri ve bu isteklerinin Allah-u Teâlâ tarafından Peygamber’in veya Salih kulunun elinden yerine getirmesi çok görülen bir olaydır.” (Sırat-ı Müstakim; 493)

    Netice olarak; Allah-u Zülcelâl’in izni ve yaratması ile vefat etmiş bir veli kulun ruhundan diri bir insan yardım görebilir. Bu sebeple Hatme-i Hacegân esnasında, Silsile-i Şerife’de okunan Sâdât-ı Kiram’ın ruhlarının, Allah-u Zülcelâl’in izni ile zikir halkasına gelmesi mümkündür.

 

Yalnızca “Lâ İlâhe İllellah” demek yeterli mi? “Muhammedun Rasûlullah” demeden kurtuluş mümkün olur mu?

İslamiyet, tevhid dinidir. Tevhid, iki ana temelden meydana gelir. Bunlar birbirini tamamlamaktadırlar. İkisi de ayrı ayrı, yalnız başına düşünülemez. “Lâ ilâhe İllellah” kelime-i tevhidini, “Muhammedun Rasûlullah” yani “Muhammed Allah’ın Resulüdür’ cümlesin tamamlar. “Lâ ilâhe İllellah”ı kabul edip “Muhammedun Rasûlullah’ı reddetmek, tevhidi ortadan kaldırır.

    Resûlullah sallallâhu aleyhi veselleme inanmayan Müslüman olamaz, cennete giremez. Nitekim Kur’an-ı Kerim baştan sonra kadar, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi veselleme iman edip uymayu emretmiştir.  Bu konuda bazı ayet-i kerime mealleri şöyledir: “Kim Allah’a ve Resulüne iman etmezse şüphesiz biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih; 13) “Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.” (Ahzab; 71) “De ki, Allah’a ve Peygamber’e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran; 32)

   “Onlar, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerin arasını ayırmak isterler. ‘Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz’ derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar, gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa; 150-151)

   “Kim, Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte, büyük kurtuluş budur. Kim de Allah ve Peygamberine isyan eder ve Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu da ebedî kalacağı cehennem ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır. “ (Nisa; 13-14)

    “Allah ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.” (Azhab; 36) “Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Enfal; 13) “Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” (Haşr; 7) “O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun sözleri, ona bir vahiy ile bildirilmekte, öğretilmektedir. “ (Necm; 3-4)

     Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem de, Kur’an-ı Kerim’i açıklayarak, imanı şu şekilde tarif etmiştir: “İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe (cennete, cehenneme, hesaba, mizana), kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna ölüme, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır.” (Buhari, Müslim, Nesai)

    Mü’min olmak için bütün peygamberlere inanmak gerekir. Yahudiler ve Hıristiyanlar, diğer küfürleri bir yana, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi veselleme inanmadıkları için de kâfir oluyorlar. Allah-u Zülcelâl kâfir olarak ölenlere, rahmetiyle muamele etmeyecektir.

     Allah-u Zülcelâl’in rahmeti, bu dünyada herkesedir. Yalnız, ahirette gayr-i Müslimlere rahmet yoktur. Nitekim İbn-i Abbas radıyallâhu anhunun belirttiğine göre: “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (A’raf; 156) mealindeki ayet nazil olunca şeytan ileri atılarak; “Ben de bir şey olduğuma göre, Allah’ın payında benim de payım var!” demiş, aynı şekilde Yahudi ve Hıristiyanlar da pay iddia etmişlerdir. Fakat yukarıdaki ayetin devamı olarak:

    “Fakat ben rahmetimi şirkten sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara vereceğim.” (A’raf; 156) mealindeki ayet inince şeytan, Allah’ın rahmetinden ümidini kesti. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlar: “Biz, hem şirkten kaçınıyor hem zekât veriyoruz ve hem de O’nun ayetlerine inanıyoruz.” Deyince aşağıdaki ayet nazil oldu: “Rahmetime nail olanlar, Ümmi Resule ve peygambere uyandır.” (A’raf; 157)

    Bu ayet inince Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah’ın rahmetinden ümitlerini kestiler. Böylece Allah’ın rahmetinin sadece müminlere mahsus olduğu ortaya çıktı. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Cennete sadece Müslüman olan girer.” (Buhari, Müslim)

    Kur’an-ı Kerim’de, Ehl-i Kitabın kâfir olduğunu bildiren ayet-i kerimelerden bazıları şöyledir: “İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan’dı. O, Allah’ı tanıyan doğru bir Müslüman idi.” (Al-i İmran; 67)

   “Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ diyenler de ki; ‘Aksine biz, hanif (doğru olan) İbrahim’in dinine uyarız.” (Bakara; 135) “Bir de; ‘Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek’ dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; ‘Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi.” (Bakara; 111)

   “Yahudiler: ‘Uzeyir Allah’ın oğlu’ dediler, Hıristiyanlar da: ‘Mesih Allah’ın oğlu’ dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!” (Tevbe; 30) Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, Ehl-i Kitap’la iman birliğimiz yoktur. Onların Allah’a inançları bile farklıdır. Hıristiyanlar ‘teslis’e inanırlar. Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu derler. Böyle iman birliği olmaz.

   Bazı insanlar da bazı hadislerin, ravileri tarafından kısaltılan rivayetleri, delil olarak gösterip “La ilahe İllallah demenin yeterli” olacağını söylüyorlar. Oysa delil olarak sunulan bu hadislerde farklı rivayetler vardır.

    İslam âlimleri “ihtisar” adı verilen bu gibi kısaltmaların sebebini şöyle açıklamışlardır: “Örneğin: “Kim (Eşhedu en) Lâ İlâhe İllallah derse cennete girer” hadisini ele almışlar ve bunu: “Kim, Muhammedun Rasûlullah kavliyle birlikte bunu derse” diye yorumlamışlardır. Ancak sadece şehadetin birinci bölümünü söylemekle yetinmişler ve bundan zaten doğal olarak bu şehadetin ikinci bölümü de anlaşılır, demişlerdir. Çünkü sadece: ” Muhammedun Râsulullah’ kesin olarak bilinmektedir, bu itibarla zikre gerek duyulmamıştır.” (Fethu’l-Bari; 1/258)

Gayb nedir? Evliya gaybı bilebilir mi?

Gayb, bilinmeyen, görülmeyen şey demektir. Gayb; biri “mutlak” diğeri “izafi” olmak üzere iki kısma ayrılır. “Mutlak gayb”, Allah-u Zülcelâl’den başka hiç kimsenin bilemeyeceği gayb türüdür. Mesela, kıyametin ne zaman kopacağı, mutlak bir gaybdır ki, bunu Allah-u Zülcelâl’den başka kimse bilemez.

    İzafi gayb ise birine göre gayb olan bir şey, diğerine göre malum, yani bilinendir. Mucizeler, kerametler, bu cümledendir.

    Bir kısım kullarına Allah-u Zülcelâl, bir kısım şeyleri bildirili, onlar da bilir. Allah’ın bildirdiğini, peygamberler ve veli kullarından bazıları bilir ki bu, O’nun kudreti dâhilindedir.

    Dediğimiz gibi, izafi gayb; mahlûkattan bir kısmının, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bilebileceği gayb türüdür. Peygamberlerin muttali kılındıkları gaybî hadiseler, mucizeler, evliyanın kerametleri bu kısımdandır.

    Mutlak ve bütün gaybı, yalnız Allah-u Zülcelâl bilir. Nitekim ayet-i kerimelerde şöyle buyrulmuştur: “Göklerin ve yerin gaybı, Allah’a aittir.” (Hud; 123) “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur.” (Neml; 65)

    Allah-u Zülcelâl’in bildirdikleri hariç, gaybı peygamberler de bilmez. Bu konudaki birkaç ayet-i kerime meali şöyledir: “Ben gaybı da bilmem.” (Enam; 50) “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır.” (Enam; 59) “De ki: Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim.” (Araf; 188)

    Gaybı cinler de bilmez. Bir ayet- i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Cinler gaybı bilselerdi, zelil edici azap içinde kalmazlardı.” (Sebe; 14)

     Allah-u Zülcelâl, bazı gaybî bilgileri peygamberlerine ve veli kullarına da bildirmiştir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Gaybı bilen (ancak) O’dur. Gaybı (gizli sırları) kimseye bildirmez. Ancak seçtiği peygamberler bunun dışındadır.” (Cin; 26, 27)

    Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem Efendimize ise birçok gaybi bilgiler bildirilmişti. Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Rükû ve secdelerinizi doğru yapın, Allah’a yemin ederim ki, Rükû ve secdelerinizi yaptığınızı arkamdan görüyorum.” (Buhari, Müslim)

    Allah-u Teâlâ bildirirse Resulü de, evliyası da bilebilir. Zira hadis-i şerife buyuruluyor ki: “Kalpleriniz temiz olsa idi, siz de benim duyduklarımı duyardınız.” (İmam Ahmed, Taberânî)

    Bu hadis-i şerifteki gibi kalbi temiz olan Hazret-i Ömer Medine’den, İran’daki ordusunu görüp komutanı Sariye’ye, “Sâriye, dağa dağa!” diye seslenmiştir. (el-Beyhaki, Le’leakide, Şerhus-Sünnette, İbn Merde Veyh el-İsabe, II. 3; İbn Kesir, Tefsir Bidâye, VII. 131.)

    Yine bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Geçmiş ümmetler içinde, vukuundan önce bazı gaybları haber verein keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden de Ömer onlardandır.” (Buhari, Müslim)

     Netice olarak; Allah-u Zülcelâl dilediğine kaybı bildirir ve bildirdiği kişi, bildirildiği kadarıyla gaybdan haber verebilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah dostları, Allah-u Teâlâ’nın ilham yolu ile “bildirdiği kadarıyla” gaybı bilebilirler. Bu şekilde inanmak şirk olmaz. Ancak bazı cahil müridler, müşridlerine duydukları muhabbette aşırıya kaçarak, “Benim mürşidim her şeyi bilir.” Gibi düşüncelere kapılıyorlar. Bu düşünceler çok tehlikelidir. İnsanın dinden çıkmasına sebep olur.

     Hâlbuki Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem “Habîbullah” olasına rağmen her zaman gaybı bilmezdi. Peygamber her şeye vakıf olmadığına göre, hiçbir evliya da her şeye vakıf değildir. Ancak Allah-u Zülcelâl bazı veli kullarına, bazı şeyleri bildirebilir. Veli kul da bildirildiği kadarıyla bazı şeyleri bilebilir.

Mürşidin Tasarruf ve Himmeti

Yine, bazı cahil müridler, konuşmalarında bilmeyerek de olsa hataya düşmektedirler. Örnek olarak; “Benim mürşidim bana rızık gönderdi, bu belayı üzerimden kaldırdı, dünya ve ahiret nimetlerini bana verdi” gibi sözler sarfetmektedirler.

     Bunda her ne kadar fail-i hakiki Allah-u Zülcelâl’i bilip mürşidi bu fiillere vasıta görseler de dediğimiz gibi şeriat zahire hükmetmediği için, bütün bunların Allah-u Zülcelâl’den geldiğini, mürşidinin buna yalnızca vesile olduğunu niyetinde bulundurması ve diliyle de zikretmesi en doğrudur.

Kaynak: Büyük İslam İlmihali Muelif: Seyda Muhammed Konyevi (k.s) Hazretleri

 


 
  Bugün 7 ziyaretçi (29 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol